Ortaya Karışık

Her telden, her demden hikayeler, yazılar

19 Temmuz 2012 Perşembe

Biraz Daha Yukarıya

Daha yükseğe çıkabilmek için omuzlarını ve topuklarını aynı anda kullanmaya gayret ediyordu. Kulağına fısıldanan ezginin notalarına uyum sağlayarak biraz daha yukarıya, ha gayret… Topraktaki saf ölüm kokusundan kaçmak hiç bu kadar zor gelmemişti. Geçen hayat diliminin ardından bedeni kendisinden ancak birkaç adım aşağıda kalmış, yüzde kırk görme kaybına uğramış gözleri ise kayanın güneş gören tarafına ulaşmayı başarabilmişti. Tüm bu olup biten sırasında kimsecikler onu görmemişti. Vicdanın sızlamasını, yüreğinin acı haykırışını, ağlamaklı puslu ve torbalanmış az gören gözlerini, romatizmadan her sabah şişen parmaklarını, mis gibi kokan fesleğenin kokusunu, taze tezek kokusunu duymaktan yoksun kalan o kocaman patlıcanımsı burnunu, eskiden ipeksi saçlarının keçeye dönüşünü, her şeyden öte karanlık ve keskin çığlıklar ardında yitirdiği yaşam sevincinin yavaş yavaş kayboluşunu kimsecikler fark etmedi. Tek başına umarsızca yaşamdan kopuşunu n filmini seyretmek için biraz daha yükseğe, biraz daha yükseğe… Hani o yüce müessesede anca beraber, kanca beraber olacaktı. İyi günde kötü günde birlikte olunacaktı. Hastalıkta sağlıkta hep birlikte o sıcacık mis gibi anaların elleri ile kırk günde hazırladıkları tarhana çorbası içilecekti. Ha gayret biraz daha yükseğe… Kayanın sivri ve keskin kısımları sırtını çizikler içinde bırakıyor. Yer yer o sıyrıklardan hayatının kesitleri kesik kesik dökülüyor olsa da ha gayret biraz daha yükseğe… Ah evladım, keşke sen bari beni o küçücük simsiyah gözlerinle görebilsen. Neden göremiyorsun? Görsen, iyi görebilmem için beni biraz daha yukarıya taşır mıydın? Ah evladım, sen saf ipek gibisin, yaşam seni henüz şekillendirmemiş, ne hacim ne de boyutların belli değil. Gözlerinde küçük, sen de küçüksün, onun için benim çizgi çizgi tırnaklarımı, sertleşen saçlarımı göremiyorsun. Çok küçüksün evladım… Ya sen; bir zamanlar her ağzımdan çıkan kelimeye kahkahalarla gülen, her fırsatta ipeksi saçlarımı okşayan, kulağıma okyanusun nağmelerini fısıldayan sen, neden derenin nağmelerini bana fısıldamıyorsun? Biz zamanlar ağzıma doldurduğum suyu güneşe püskürterek oluşturduğumu gökkuşağına alkış tutarken, pastacıya şu yaş pastanın hem çileklisi hem de çikolatalısı ve noel baba figürlüsü var mı diye sorduğumda neden bana saçmalamışım gibi kızgın kızgın bakıyorsun? Ya annem sen? Bir zamanlar köftenin en büyüğünü, tavuğun göğsünü ve beyaz etlerini, kırmızı etin yağsız yerlerini, baklavanın orta kısımlarını bana verirdin. Yoğurdun kaymağını hep bana yedirirdin. Yavrum, kuzum, aslanım diye severdin, o pamuk ellerinle. Ne oldu o yavruna, ne oldu o kuzuna, ne oldu o aslanına? Büyüdü, kıllı sakallı kılçıklı biri oldu değil mi? Artık sevilecek bir yanı kalmadı mı? Biraz daha yükseğe derken artık zirvedeyim. Herkesi net görebiliyorum. Ama siz beni göremiyorsunuz. Aciz misiniz, görmek mi istemiyorsunuz bilmiyorum. Hepiniz kendi derdinize düşmüşsünüz. Kiminiz saçınızın rengine, kiminiz tarlasının derdine, kiminiz kazanacağı paranın derdine, kiminiz bitmesi gereken işlerine, kiminiz TV dizilerine dalmışsınız. Vesaire vesaire… Nerede o verdiğiniz sözler… Oysa ben zirvedeyim. Ölüyorum hiç birinizin haberi yok…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Adbox