İlkokulda müzik dersinde bize ya mandolin ya da flüt çalmayı
öğreneceksin diye iki zorunlu alternatif sunulmuştu. Anadolu’nun taşra olarak
hitap edilen bu şehrinde belki de müfredat gereği başka bir müzik aleti yoktu.
Bazılarının evlerinde saz vardı. Ama müfredatta yoktu. Davul ve zurna ise
sadece düğünlerde çalınırdı. Ramazanları atlamamak gerek. Sonuç olarak nasıl
oldu hatırlamıyorum ama mandolin ile bak postacıyı çalarken buluvermiştim
kendimi.
Daha sonraki yıllarda babamdan beni saz kursuna göndermesini
istemiştim. Saz kursu derken bugün kü gibi müzik okulları, kursları falan yok.
Düğünlerde saz çalanlar ya da müzik kaseti satanlar bu işlerle uğraştığı için
bunların yanında bir iki saat gidip gelme türünden. Babam, okuyup adam olacağım
yerde, düğünlerde sazcı mı olacaksın deyivermişti.
Yıllar sonra üniversite kazanıp, gitar çalan yaşıtlarımı
gördüğümde gitara heveslendim. Yurtta gitar çalanlardan gitarlarını alır ufak
denemeler gerçekleştirdiğimde müziğe dinleyici olmanın haricinde bir
yeteneğimin olmadığını fark edip, alt tellere inerken bu sevdadan vazgeçtim,
vazgeçmesini bildim. Çünkü bende müzik aleti çalacak bir yetenek yoktu. En
iyisi zirvedeyken bırakmak olacaktı, ben de bıraktım.
Artık iyi bir müzik dinleyicisiyim. Kaliteli müzikten
anladığımı, dinlediğim müzikleri duyanların a ne güzel bir parça bunu kim
söylüyor, bana adını söyler misin dediklerinden anlıyordum. Hiç unutmam trafik
ışıklarında arabadan taşan müziği duyan üç-beş kişi camdan cama aynı soruyu
sormuşlardı.
Şarkılarını beğendiğim ve takip etmeye çalıştığım bazı
sanatçılar var, herkes gibi. Ancak, son yıllarda bu konuda biraz hayal
kırıklığına da uğramaya başladım. Bakıyorum yılların sanatçısı, halktan yada
basından bazı unvanları almış ama yaş yetmiş iş bitmiş misali bırakmayı bir
türlü bilmiyorlar. Yeni üretim yok, ürettiği bir iki parçada üretkenlik
dönemdekilerinin yanına bile yaklaşmıyor. İki nakaratın etrafında okeye
dönmekten başka yapabildikleri bir şey yok. İnsan ister istemez soğumaya
başlıyor.
Müziği bırakması gerekenlerin başında Sezen Aksu geliyor.
Oysa yıllar boyu severek dinledim kendisini ve kendisini minik serçe olarak
hatırlamak istiyorum. Şimdi bakıyorum, konserler veriyor, hep aynı şarkılar,
seyirci ile iletişim kuruyor, espri yapıyor diyeceğim ama ben anlamıyorum. Dans
ediyor, ama ben hangi dans olduğunu çıkaramıyorum. Hayallerim yıkıldı. Eğer
aynı şarkıları dinleyeceksem niye konserine gideyim ki, alırım bir CD’sini
dinlerim.
Bir diğer bırakması gereken Serdar ORTAÇ, birbirinin aynı
onlarca şarkı, danslar aynı, dansçı kızları bilmiyorum aynı mı? Üretim var ama
seri üretim. Kişiye özel değil. Kişiyi yakalayan değil. Eller havaya, eller
havaya. Nereye kadar…
Örneklerimi çoğaltacağım da yazdığım yazı çok uzun olacak.
İnsan okumaktan sıkılacak. Tadında bırakmak istiyorum.
Üretimleri kısıtlanan, aynı dairenin etrafında dönüp
duranların sadece ve sadece para kazanmak, ya da alkışlarla yaşamak uğruna
sahneye çıkıp yüzyıl önce ürettikleri şarkıları defa defa söylemeleri yanında
kabiliyetleri olmamasına rağmen şovmenliğe, film artistliğine, amatör dansçıları
aratan dansçılık yapmalarını hoş karşılamıyorum.
Atalar boşa mı söylemişler; “bal yiyen baldan usanır” diye…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder